ŞAM DÜŞERKEN
Dr. Hasan YAĞAR
Sevgili dostlar; bu günlerde yıldırım hızıyla ve adeta baş döndürürcesine seyreden Suriye’deki olaylara bambaşka bir pencereden bakmak istedik.
Malum olduğu üzere; Suriye’de İslamcı Muhalif Grubun 27 Kasım 2024 günü başlattığı karşı harekât, kısa sürede Başkent Şam’ın varoşlarına dayanıverdi. Durumun vahametini anlayan Beşşar Esed, iktidarını emanet ettiği İran ve Rusya’dan umduğu destek gelmeyince vakit kaybetmeden çareyi kaçmada buldu ve 8 Kasım 2024 günü Kremlin’e “siyasi mülteci” olarak iltica etti ve talebi kabul edildi. Mübarek olsun.
Şimdi buraya nereden geldiğimizi özetlemek istiyorum: Hani derler ya “EL İÇİN KUYU KAZAN EVVELA KENDİ DÜŞER” işte bu söz tam da konumuzu özetliyor. Beşşar Esed’in babası Hafız Esed (Ki Esed, aslan anlamına geldiği için kullanılmaktadır) Apo namıyla maruf vatan haini Abdullah Öcalan’ı ve onun elebaşı olarak kurduğu PKK ( Partiya Karkeren Kürdistan-Kürt İşçi Partisi)’yı Suriye’ye canı gönülden ve büyük bir iştiyakla kabul ederek kendirline yer tahsisi etmek suretiyle güya Türkiye Cumhuriyetini sonlandıracaktı. Maşallah!
Herkesçe bilindiği üzere; bizlere verilen trilyonca maddi zarar; resmi ve gayrı resmi olmak üzere binlerce insanımızın yok olmasına vesile olan malum örgüte orada adeta bir saltanat kurduruldu. Hatta baba Esed’in vefatından sonra Suriye’nin petrolleri dahi bu menfur örgütün emrine verilmesine zemin hazırlanmış oldu. Kendi oğlunun kendi yurdunda adeta bir sığınmacı durumuna düşürülmesine vesile oldu.
Veliaht denen saray mensupları biri birine düşünce devletin devletliği tabii olarak düşer ki Tarih bunun belki binlercesine sahiptir. Kendisi asla cumhuriyetten eser taşımadığı halde sadece adı cumhuriyet olan söz konusu Suriye rejimi damdan düşercesine hâke yeksan oldu gitti. Şu sıralarda TV’lerde izlediğimiz zindan görüntüleri cidden hem iğrenç hem de o derece korkunç. Bundan da anlaşılıyor ki despot bir idare egemen kılınmış.
Oysa adeta kapı komşusu durumunda olan iki devlet böyle mi yapar. Ama adamlarda Arabizm (baas) (Arapçılık) hâkimdi. Kısacası Arap ırkçılığına gönül verilmişti. Oysa Hz. Resul (as) sadece Arapçılığı değil tüm ırkçılığı yasaklamıştı. Maalesef ve buna rağmen bu tutkuya daha öncelerde Muaviye devrinde de tanık olunmuştu. Hz. Resul (as)’un ahfadı perişan bir halde terki hayat ettirilmişti. Binaenaleyh bu çizgide oldukları için dikkat edilecek olursa Başkent Şam’ın en geniş meydanının adı Emevi Meydanı. Her ne hikmetse Tarih tekerrür ettiriliyor. İnsanoğlu hırsına bir türlü doyamıyor. Ama ne yazık ki bu ihtiras milyonlarca masumun canına mal oluyor. TV’lerde gösterilen zindanlar bunun örneğini teşkil etmektedir.
Sevgili dostlar, bendeniz meramımı anlatabilmek için dünyayı bir köye benzetmek istiyorum. Herkesin bildiği üzere her köyde biri diğerine komşu ve dahi biri diğerinden farklı mezhep ve meşreplerde aileleri yaşıyor bulursunuz. Bunu ilçeler bazına yükseltecek olursanız o ilçede farklı mezhep ve meşreplere mensup biri diğerine komşu köyler bulursunuz. Konuyu il bazına yükselttiğiniz zaman da keza biri diğerine komşu ilçeler bulursunuz. Herkesin malumu olduğu üzere buralarda yaşayan insanların hepsi hemen her bakımdan (din, mezhep, meşrep, cemaat, tarikat, sosyal yaşantı vs.) farklılıklar gösterir. Şayet herkes birbirini olduğu gibi kabul ederse problem olmaz. Olmuyor. Zaten asıl olan da budur. Aksi halde hayat cehennem olup gidiyor. Maalesef biz Doğulular bunu asla kavrayamadık. Ama Yer küreyi bizimle birlikte paylaşan Batılılar bunu- bir vakitler kavga dövüşle de olsa-çok önceden kavradılar. Ve yönetimlerinin adını nüfus demek olan demografiden uyarlayarak DEMOKRASİ koydular. Yani nüfus idaresi. Nüfus ise Kur’an’da geçen “enfüs” “öz benlik” kavramına dayanır. O halde buna önem verilmelidir.
Bu noktada yukarıdaki benzetmemize dayanarak beşeri yayılmayı yer küreye göre değerlendirecek olursak, adeta bir köy gibi her bölgede bir kavim yaşamakta ve her biri de diğerine komşu durumunda. Aklını kullanan akıllıca yaşıyor. Adına devlet dediği bir organizasyon kurmak suretiyle kendini yakın veya uzak komşulara göre temsil cihetinde tavır koymuştur. Genel olarak bu komşular birbirlerinin varlığını yani egemenliğini kabul ederek yaşarlar.
Yukarıda da temas edildiği üzere nüfusunun yapısını dikkate alarak hayat sürenler halkına mamur ve müreffeh bir hayat bahşederler. Bunun aksini yapanlar, aslında devletin temel unsuru olan HALKA hayatı zehir edip yaşanmaz hale getirirler. İşte günümüzün “siyasi mültecisi” ve dahi babasının yaptığı yanlış buydu. Halkını tefrikaya yani ayrılık ve gayrılık durumuna düşürdü. Mesela Kürt asıllı vatandaşına kimlik belgesi dahi vermedi. Bu, insanı hayvan yerine koymaktan öte bir tavırdır. Zira hayvanların bile kulaklarında numaraları vardır. Ne olduğu ve kime ait olduğunu buradan anlarsınız. Ama bu zevatı muhteremler bu fevkalade ayıbı yaptılar. Yaptılar da ne oldu. Akıbet ortada. Gitti Rus’a sığındı. Bana göre o adam çok yaşamaz ve kahrından ölür. Binaenaleyh Tarih bunun en yanılmaz tanığıdır.
Şimdi gelelim biz Doğululara. Yani Müslüman geçinen bizlere. Bakınız yukarıda da değinildiği üzere işin içine tefrikayı sokarsanız zokayı yersiniz. Her bir insanınızı olduğu gibi kabul etmek zorundasınız. Birey için buradaki değişmez şart devletinin egemenlik haklarına riayet etmektir. Buna saygılı olan her birey saygıya değerdir. İnsanınızın yaşam ve dahi inanç biçimine karışmayacaksınız. Karışacak olursanız durup dururken kendinize iş bulmuş olursunuz. İş, arı kovanına çomak sokmaktan beter durum yaratır. İşte o zaman pirincin taşını maalesef ayıklayamıyorsunuz. Bu Tarih ile sabittir.
Bakınız iki üç satırda değindiğim konu bir bakıma manifesto durumunda olan Kur’an’da altı çizili vaziyette vardır. “DİNDE ZORLAMA YOKTUR.” Siz okuyucular da fevkalade biliyorsunuz ki gerek ülkemizde ve dahi Suriye’de bu husus başlı başına bir açmaz oluşturmuştur. Neyse ki ülkemiz hem dinî hem de etnik konuda gereken mecraya girdi. Yapanları kutlamak lazım.
Bunun öncesinde maalesef Kur’an’ın anlaşılmayan bir dille halka adeta dayatılması işi şirazesinden koparıyordu. Sevinelim ki Atatürk gibi biri geldi tüm tepkilere rağmen Kur’an’ı halkın diline “MEAL”adı altında çevirtti de şimdiki nesil olarak bizler işin farkına vardık. Aziz dostlar yanılmıyorsam 1932’ye kadar Cuma günleri minberde okunan şimdiki Türkçe hutbe metinleri dahi maalesef Arapça veriliyordu. Hâlbuki Kur’an’da “bölünmeyin, parçalanmayın aksi halde gücünüz kaybeder mahvolursunuz.” denmektedir. Ama İslam âlemi bu servetin mensubu olarak dil sebebiyle işe nüfuz edemediğinden habire bölünüp parçalanarak başkalarına yem olmaktadır. Bu ise kahrolmaktan da beter.
Son söz: Bir gün 9 yaşındaki torunuma anlamadık bir dilde nasihat cinsinden bir şeyler anlattım. Dedi ki “-Ya dede Allah aşkına sen ne anlatıyorsun. Ben hiçbir şey anlamıyorum”. Dedim ki şunun için: -Hani camide Türkçe dinlediğin hutbe var ya işte o dahi 1932’lere kadar cemaate Arapça okunuyordu. Tepkisi ne oldu biliyor musunuz: “OHA! PES DOĞRUSU.” Dedi. “–Ya dede bu fevkalade korkunç, hiç böyle şey olur mu? Şimdi meseleyi daha iyi anlıyorum. Yazık olmuş insanlara.” İşte böyle sevgili dostlar. 9 yaşındaki çocuk meseleyi anladı ama bizdeki “anaç” Müslümanlar maalesef bir türlü anlamadı. İşin kötüsü anlamak da istemiyorlar. İşte vakti zamanında okuma yazma seviyesi iyi olmayan halkımıza yutturulan Arapçılık ve Arapçacılığın yarattığı durum. Nitekim Osmanlı Uleması! Halka cennette Arapça veya Farsça konuşulacak diyordu. Devlet de dinliyordu. Nevar ki yazık oluyor.
Kur’an ahkâmı anlaşılmadık bir dille anlatılarak anlaşılmaya fırsat verilmediği için İslam ülkelerinde maalesef akla hayale gelmez entrikalar yaşanmaktadır. Ayrıca Kur’an’ın “ŞURAYI” yani cumhuriyeti tavsiye ettiğini de unutmayalım. Ama bunu Müslümanların ekseriyeti bilmiyor.Tekrar edelim ki maalesef bu nedenle yani dil sebebiyle o muhteşem metni anlayamadığımız için hâlâ hilafetten dem vuranlarımız azımsanmayacak boyuttadır. Haydı hayırlısı.