Dr. Hasan YAĞAR

ANEKDOTLARLA ATATÜRK

Dr. Hasan YAĞAR

Gazi ve Yüzükler

Yirmi iki gün yirmi iki gece fasılasız olarak devam eden Sakarya Meydan Muharebesi
kazanılmış ve artık nihai zafer için hazırlıklara başlanıldığı sıralarda bir gün
Gazi Akşehir’deki pazar yerine gider. Pazar yeri adeta karınca yuvası gibi kaynamaktadır.
Tabir yerinde ise, bin ağızdan bin ses. Bir aralık, ortalıktaki bu uğultu perde
perde sönmeye başlar ve yerini adeta bir tapınak sessizliği kaplar ve kulaktan kulağa
bir fısıltı :
- Gazi gelmiş, Gazi.
Bütün gözler heyecan ve sevgi dolu hislere tercüman olarak aynı yöne dönüyor;
Gazi, o ölçülü ve güzel yürüyüşü ile yavaş yavaş hem ilerliyor hem de ara sıra
sergilerin önünde durup satıcılarla ve satılanlarla ilgilenmektedir. Belli ki alış verişe
çıkmış. Ama eşya almaya değil sadece gönül almaya çıkmıştır. Böylece gönül ala
ala satıcı kadınların bulunduğu kesime gelir:
- Nasılsınız bacılar ?
- Sağ ol paşam, duacıyız.
Satıcı kadınlar paşalarını özlem dolu gözlerle doya doya seyrederken kendilerini
tutamıyorlar ve :
- Güzel Paşam.
- Yiğit Paşam.
- Yiğitler yiğidi Paşam.
Gibi hitaplarla ve adeta birbirleriyle yarışırcasına paşalarıyla konuşmaya başlarlar.
Paşa utangaç; bu sevgi haykırışlarını durdurmak için birine soruyor :
- Erin var mı bacım ?
- Var paşam, cephede.
- Ya senin ?
- Kanı helal olsun, benimki Çanakkale’de kaldı.
Gazi daha soracak, soracak ama bu yüreği yanıklardan alacağı cevapların
çoğunu şimdiden oranlıyor; Çanakkale’sinden sonra Kafkas’ı, Kanal’ı, Galiçya’sı,
İnönü’sü, Sakarya’sı hep sıralanacak, hem de hiç kırgınlık taşımayan, hiçbir şey istemeyen
ve beklemeyen seslerle.
Paşa gözleri buğulanmış olarak bir an düşünüyor ve hemen bu kez acele
adımlarla, geldiği tarafa yöneliyor ve bir kuyumcunun sergisi önünde durduktan sonra
elinde bir avuç yüzükle dönüyor.
O gün pazardan köye dönen bacıların parmakları, Gazi’nin hediye ettiği yüzüklerle;
yürekleri ise yaşantılarının en yüce övünç ve kıvancı ile doludur.

Nezaket Timsali Bir Hareket

Bir gün, Mustafa Kemal Atatürk Boğaziçi mehtabının tadını çıkarmak üzere
bir çay bahçesinde toplanan halkın arasına karışarak bilhassa bazı gençlerle resim
ve müzik üzerine sohbet ederken bu esnada bahçenin bir köşesinde eşiyle birlikte
ve heyecanla Atatürk’ü izlemekte olan yaşlıca bir adamcağız her nedense elindeki
bardağı yere düşürür. Bardağın çıkardığı şangırtı bahçedeki sessizliği adeta sabote
etmişçesine bozar ve bahçedekilerin kötü bakışlarına maruz kalır. Bu acı bakışlar
arasında adamcağız adeta bir ölüp bir dirilmektedir. Bu fevkalade mahcubiyeti gören
Atatürk de bilerek ve kasten elindeki bardağı yere bırakır ve o sessizliği bu kez kendisi
bozar.Ve böylece o adamcağızı o kötü halden kurtarır.
Eli henüz havada duran Ata’nın gülen yüzü ve hoşgörürlük taşıyan gözleri, bahçedekilerin
dikkatlerini üzerine çekmiş ve bu bakış sahipleri bu manalı ve incelik dolu
hareketi uzun unzn alkışlayarak çok iyi anladıklarını ifade etmeye çalışmışlardır.
    
Atatürk İmzalı Övünçlük Bir Tezkere

Mustafa Kemal Atatürk Acar adındaki motoru ile mehtaplı bir yaz sonu gecesi
sıkça yaptığı gibi yine bir Boğaz gezintisine çıkmıştır. Her zaman olduğu gibi Acar’ı
ve içindekinin kim olduğunu bilenler tekne daha uzaktan görünür görünmez kadın
erkek, çoluk çocuk herkes kıyılara dökülür, yalı pencerelerinden sarkar, çılgınca alkış
tutarak : “ Hoş geldin, yaşa varol Atatürk” diyerek sevinç gösterisinde bulunanlar bu
gün de aynı gösteride bulunmayı ihmal etmemişlerdi. Atatürk de yine elini sallayarak
selamlamasını yapıp seyrine devam etmişti.
Önce Rumeli yakasını kıyı kıyı geçen Acar, Anadolu yakası boyunca geri dönmekteydi.
Bir yalının önünden geçilirken, bahçede, sevinçli bir olayı kutlamakta olduğu
belli olan bir topluluğun alkışları arasında yalvaran, direnen çağrı haykırışları
yükseldi.
Ata, “Yanaşalım ! “ dedi. Böylece sünnet düğünü olduğu anlaşılan bu şenliğe
Ata’nın katılması başta düğün sahibi olmak üzere her kes için unutulmaz derecede
bir mutluluk oldu. Atatürk çocukları sevdi, ebeveynlerini kutladı ve bu vesileyle ortalığı
bir bayram havası kapladı.
Atatürk bir aralık kalem kağıt alıp yazdığı bir tezkereyi sünnet yaptırmakta olan
yalı sahibine şu sözleri de katarak verdi :
- Biz düğününüz olduğunu bilseydik tedarikli gelirdik. Şimdi yanımızda çocukları
sevindirecek bir şeyimiz yok. Siz yarın bu kağıtla İş Bankası’na uğrar, sonra çocuklara
bizim adımıza birer armağan alırsınız.
Tezkereyi Ata’nın elinden alan düğün sahibi saygıyla eğilerek :
- Atam, dedi. Alınacak hiçbir armağan sizin imzanızı taşıyan bu kağıt değerince
olmaz. İzin verin, biz bunu ailemizin ve çocuklarımızın sonsuz bir övüncü olarak
saklayalım.
Ata, adamın zarafet dolu bu düşüncesi ve tok gözlülüğünden çok daha duygulandı
ve şu cevabı verdi :
- Peki, siz bu kâğıdı saklayın. Ama yarın bankaya uğrayın ve çocukları bizim
adımıza sevindirin.

Atatürk ve Bir Çoban

Atatürk, güzel havaların tadını çıkarmak için böyle günlerde kırlara çıkıp gezmeyi
hiç kaçırmazdı. Bunun için arabaya atlar, bir müddet gittikten sonra arabadan
inip yaya yürümeyi de alışkanlık haline getirmişti.
İşte yine böyle bir gezinti sırasında rastladığı ve kendisini tanımayan bir çobanla
ahbaplığa girişerek, sürüden ve koyundan söz ettikten sonra aralarında şöyle bir
konuşma geçmiş :
Sen Atatürk’ü bilir misin ?
- Bilmez miyim efendi ? Ona Gazi Paşa da derler.
- Peki, ne yapmış bu Gazi Paşa ?
- Efendi, Onun neler yaptığını sen benden iyi bilecen.
- Onu görmek ister misin ?
- Ah efendi, istemem mi ? Ama ben Onu nereden göreyim ?
- Öyleyse bana bak, O bana çok benzer.
Çoban övünme saydığı bu söz üzerine dudak bükerek:
- Haydi ordan ! Senin kılığında Atatürk mü olur ? Sakalın bıyığın bile yok, karşılığını
vermiş.Ata, çobanın bu küçümsemesini sevimli bir hatıra olarak anlatır ve
şöyle bitirirdi :
- Çobanın masum hayalini bozmadım ve onun kafasında bıyıklı ve sakallı kalmaya
razı olarak vedalaştım.

Ayşe Kadın ve Hortumlu Makine

Manevi kızı Sabiha Gökçen Eskişehir’de uçak birliğinde görevli iken birkaç
günlüğüne Ankara’ya gelmiş. Eskişehir’e döneceğine yakın Atatürk’e, köşkte ortalığı
gereğince bakımlı ve düzenli bulmadığını, erkeklerin bu işleri beceremediklerini söyleyerek,
Eskişehir’de kendi evinde çalıştırdığı ve bu işe uygun bir kadıncağızı kendisinin
nasılsa bir başkasını bulabileceğini- beyan ederek, eğer uygun düşünülecek
olursa Ayşe adındaki bu kadıcağızı köşke yollamayı düşündüğünü ve bu konudaki
onayını ister.
Ata, aslında Gökçen’in dediği gibi ortalıkta bir bakımsızlık görmüyor ama “Zahir,
kadın gözü başka, buraya bir kadın eli değse her şey kim bilir nasıl değişiverecek.”
diye düşünmüş ve “Çok iyi, o kadını gönder sen ! “ demiş. Kadın üç gün sonra
gelmiş.
Ata, dili düzgün, az çok okuryazar, görgülü, hanım kılıklı bir kadın beklerken bir
de ne görsün: Temiz pak fakat çenesi epeyce düşük, başörtülü, şalvarlı, saf bir nine.
Ata, onun yapacağı işleri anlatmaya girişince: - Bilirim, bilirim, Gökçen hanım
kızım bana hepsini belletti. Süpüreceğim, toz alacağım, ortalığın düzenine bakacağım,
zil çalınca koşup ne buyurduğunu soracağım, sen hiç merak etme.
Kadıncağız güya işe başlamış, ama telefon zili ile çağırma zilini bir türlü ayırt
edemiyor. Ne zaman telefon çaldığını duysa : “Buyur Paşam ! “ diyerek Atanın yanına
koşarmış.
Bir gün gitmiş : - Paşa, demiş, ben o hortumlu makinayı rahat kullanamıyorum,
sen bana pazardan bir süpürge al emi ?
Paşa, pazara gidip kendisine boy boy süpürgeler alacağını vaat ederek savmış
ama bir yandan da, kalbini kırmadan, başından bütün bütün nasıl savacağını
düşünmeye başlamış.
Ertesi gün çağırmış: - Ayşe kadın, demiş, Gökçen hanımdan mektup geldi,
sensiz yapamayacağını yazıyor, yanına dönmeni istiyor, ne yapacağız şimdi ?
Kadın düşünmüş düşünmüş : - Bilirdim bensiz yapamayacağını, ama senin
de hatırını kırmak istemedim de onun için geldim. İzin varsa varayım bari, yazık
olur kızıma !demiş.
Atatürk de, bağrına taş basarak! Ertesi gün onu yolcu etmiş.

Selanik’teki Anıt ev ve Makbule Hanımın Pembe odası

Atatürk yalnız başkalarının saflıklarını değil, kendinin ve yakınlarının da çocuksu
yönlerini ele alır, anlatır ve herkesin umulmadık bazı davranışlarının olabileceğini
her fırsatta belirterek mevki ve mertebe ne olursa olsun kibirden uzak kalmayı tavsiye
ederdi. Nitekim bu cümleden olarak gençliğinde şairliğe özenip pek romantik şiirler
yazdığını, hatta bir aralık da ticarete heveslenip, annesinde bulunduğunu bildiği bir
parayı bu iş için istediğini,annesinin parayı kendisine verirken: “ Baban da bu yolda
epey para batırmıştı” diye uyarmaya çalıştığını, fakat parayı yine de alıp sonunda
batırdığını uzun uzun anlatır, hayatının bu gibi çocuksu yönleriyle kendi de eğlenirdi.
Bir gün, kardeşi Makbule Hanım’ın da bir saflığını ele alarak şu olayla anlatırmış
: Yunan hükümetinin, Ata’nın çocukluğunu geçirdiği Selanik’teki baba evini
kamulaştırıp anıt haline getirerek, anahtarını da kendisine sunmuş olduğunu ve
kendisinin de fevkalade duygulandığı bu jestten kız kardeşi Makbule Hanıma söz
ettiğinde Makbule Hanım : - Bilirsin ya ağabey, köşedeki pembe oda benim odamdı,
yine bana ayrılsın demiş.
Yunan hükümetinin bu güzel jesti karşısında kardeşinin gösterdiği bu çocuksu
anlayışAta’ının pek tuhafına gitmiş ve olayı her yeri geldiğinde sofradaki dostlarına
anlatmaktan kendisini bir türlü alamazmış.
Çanakkale’de Sportmen Bir Yeni Zelandalı ve Pratik Mehmetçik
Bilindiği üzere Çanakkale-Anafartalar’da düşmana dünyayı dar eden Mustafa
Kemal Mehmetçiğe, düşmanın son durumunu öğrenmek için “bir dil yakalayın” der
onlar da buna göre çare ararlarmış.
Bir gün bu amaçla getirilen “dilden” gerekli bilgiyi alan Mustafa Kemal adama
sormuş: - Peki, sen Yeni Zelandalısın madem, Türklerden ne kötülük gördün ki vuruşmak
için kalkmış ta oralardan buraya gelmişsin ? Yeni Zelandalının bu işi sırf spor
için yaptığını ve kendisinin sportmen olduğunu övüngen bir tavırla söylemesi üzerine
Mustafa Kemal : - İyi ama, sportmenliğin ne işe yaradı ? Baksana, bir erimizin önüne
düşmüş, kuzu kuzu buraya getirilmişsin ! deyince tutsak şu şekilde karşılık vermiş :
- Sizin eriniz spor kurallarını çok kaba bir şekilde çiğneyince ben ne yapabilirdim ?
Sportmen olmayan hasımlarla karşılaşacağımı bilseydim hiç gelmezdim !
Meğer Mehmetçik, Yeni Zelandalıyı en can alıcı bir yerinden yakalayarak sıkıp
bayıltmış, avını ayılıncaya kadar sırtında taşımış, sonra da elini çekmeden siperlerimize
kadar sürmüş.
Atatürk bu öyküyü anlatır ve Yeni Zelandalının sportmenlik anlayışına, Mehmetçiğin
de kullandığı pratik (!) usule güler dururdu.

Girit’teki Yunan Subayının Hezimeti

Meşrutiyet ilan edildikten sonra Kolağası Mustafa Kemal, siyasi bir görevle
Trablusgarb’a gidiyorken Girit adasına uğrayan gemisinin burada iki saatten fazla
bir süre kalması söz konusu olunca Girit’te Meşrutiyetin sevincini yaşamakta olan
Türkler kendisine bir heyet göndererek bu mola esnasında kendileriyle sohbet etmesi
dileğinde bulununca bunun üzerine Mustafa Kemal bu dileği kabul ederek Türk
mahallesinde kendisini bekleyenlerin yanına gitmek üzere gemiden ayrılır. Sözün devamını
bizzat Atatürk’ten dinleyelim : “Vapurdan indik, karaya çıktık. Bana sevgiyle,
özlemle bakan halkın arasından geçerek Türk mahallesinde, ortasında bahçe içinde
küçük bir köşk bulunan bir meydanlığa geldik. Oranın belli başlı kişileri bizi o köşkte
bekliyorlarmış. Meşrutiyetin ilanıyla birlikte doğan tatlı umutlardan söz ederken dışarıda
halkın toplandığını gördüm. Çıkıp onları selamlamak, gönüllerini hoş etmek
gerekti. Çıktım. Candan karşılandım. Ben de candan konuştum. Bu çok heyecanlı
bir karşılaşma olmuştu. Bir aralık baktım, uzaktan bir Yunan subayı geliyor. Adamın
tavrından halkı dağıtmak için beni susturmaya geldiğini anladım. Onun sözüyle susmuş
olmayı kendime yediremezdim. Konuşmam da sonuna gelmişti. O yaklaşıncaya
dek ben sözümü bitirmiş, halkı selamlayarak çekilmiştim. Çekilirken de dikkat ettim,
adamcağız kendisine boy gösterme fırsatı kalmadığı için üzüntülü bir şaşkınlığa uğramıştı.”
(Mehmet Ali Ağakay, Atatürk’ten 20 Anı, Ankara 1990, s.22).


General Towsend’in Karıştırdığı Centilmen Komutan Kemal

Birinci Dünya savaşı sırasında Irak cephesindeki muharebelerde Kütülamare
kalesinin ordularımız tarafından tekrar ele geçirilmesi esnasında kale içindeki İngiliz
birlikleri, komutanları bulunan general Towsend ile birlikte esir edilmişti. İstanbul’a
getirilerek daha sonra Heybeliada’da göz altına alınan ve ateşkes antlaşmasına
aracılık da yapan bu general silah bırakışmasından sonra memleketine dönebilmişti.
Bu general, Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu kıyılarına yaptığı bir seyahat
sırasında Mustafa Kemal ile görüşmek istediğini bildirmiş ve bu dileği Mustafa Kemal
tarafından kabul edilerek Konya’da görüşme gerçekleşir. Görüşmedeki ilk karşılaşmada
generalTowsend’in adeta bir şaşkınlık geçirdiğine tanık olunur. Bu kısa şaşkınlıktan
sonra general Towsend:
- Affedersiniz, görüyorum ki işin içinde isim benzerliğinden doğan bir yanlışlık var,
ben sizi başka bir kemal sanmıştım.
- Nasıl bir Kemal?
- Kütülamare’de ordumla birlikte çevrilmişken karşı tarafta Kemal adlı çok centilmen
bir komutan vardı. Onunla hasım olmakla birlikte aynı zamanda çok da dost
olmuştuk.Bu işin başına onun geçtiğini sandım da...
- Onunla dost olduğunuz gibi benimle de dost olabilirsiniz.Buyurun , oturun.
General oturur. İki asker, iki insan biri birini anlamakta gecikmezler. Biri karşısındakinin
nasıl kutsal bir dava peşinde olduğunu, öbürü de ötekinin hâlâ hasım
durumunda olan bir devletin generali olmakla birlikte ne denli insanca düşündüğünü görür.
Towsend, hayran kaldığı yeni dostuna birkaç gün konuk olduktan sonra ayrılmak
için izin isteyince Mustafa Kemal şöyle bir öneride bulunur :
- Ben Ankara’ya döneceğim. Orada, içlerinde sizin doğrudan doğruya kendi dilinizle
konuşabileceğiniz kimseler de bulunan arkadaşlarım var. İster misiniz birlikte
gidelim ? Onlarla tanışmış olursunuz.
Öneriyi kabul eden general Mustafa Kemal’le birlikte Ankara’ya gelir ve burada
yeni tanıdıklar edinir. Bu ziyaretin akabinde yurduna dönmek üzere vedalaşırken
Mustafa Kemal ona soruyor :
- Arkadaşlarımı nasıl buldunuz ?
- Çok centilmen insanlar, ancak korkarım ki içlerinde sizi benim anladığım ölçüde
henüz anlamamış olanlar vardır.
Mustafa Kemal’in bu tespite ilişkin karşılığı şu olmuştur :
- Bunu biliyorum; fakat bu halin size de sezdirilecek bir derecede olduğunu şimdi
anlamış bulunuyorum!

İki Mustafa’nın Gördüğü Aynı Rüya

 Bir Ön açıklama: Çavuş Ali Metin önceleri Enver Paşanın hizmetinde iken bilahare Kazım Karabekir Paşanın maiyetine
girmiş; Erzurum Kongresinden sonra da bizzat Kazım Karabekir Paşa tarafından, güvenilir bir kimse
olması ve Mustafa Kemalin de böyle bir kimseye ihtiyacı bulunması göz önünde bulundurularak, ta o
yıllardan Atatürk’ün maiyetine verilmiştir.
İşte bu Çavuş Ali Metin1 ‘in Prof. Dr. Naci Bor’a anlattığına göre, Kurtuluş Savaşı günlerinde,
Sakarya Meydan Muharebesinin en kritik dönemlerinde, top seslerinin Ankara’dan
da duyulmaya başlandığı ve Büyük Millet Meclisinin Kayseri’ye nakledilmesinin
dahi düşünüldüğü günlerde Atatürk, günlük çalışmalarını yürüttüğü ve bu gün
müze olarak kullanılan Ankara tren istasyonundaki evde, bir sabah erken kalktığı bir
sırada Çavuş Ali Metin’e:

Acele olarak Fevzi paşayı telefonla ara, bul ve hemen buraya gelmesini söyle,
diyor.
Ali Metini Fevzi Paşayı telefonla arayıp bulduğunda, Fevzi Paşa da Atatürk’ün
yanına gelmek üzere, hemen evden çıkmakta olduğunu söylüyor.
Fevzi Paşa Atatürk’ün yanına girince, Atatürk ona bir kağıt kalem uzatıp : Bugün
gördüğün rüyayı yaz ve bana ver, diyor.
Kendisi de bir kağıt kalem alıp aynı şekilde o gün gördüğü rüyayı, Fevzi Paşaya
vermek üzere yazmaya başlıyor. Yazma işi bittikten sonra, her iki paşa da karşılıklı
olarak yazdıklarını alıp okuyorlar ve okuma işi bittikten sonra birbirlerine bakıp sevinçle
gülümsüyorlar.
Her ikisinin de yazdıklarını kendi kağıtlarından okuyan Ali Metin, her iki kağıtta
da şu rüyanın yazılmış olduğunu görüyor : “ Hz. Peygamber (s.a.s) Efendimiz, Hacı
Bayram-ı Veli’ye diyor ki :
- Mustafa’ya söyle, korkmasın. Sonunda zafer onların olacaktır.”
Bilindiği üzere aynı gecede rüyalarında Hz. Peygamber (s.a.s.) Efendimizi,
Hacı Bayram-ı Veli’ye bu sözleri söylerken gören iki muzaffer komutanın o günkü
isimleri “Mustafa Kemal” ve “Mustafa Fevzi” dir.

Atatürk ve Cuma namazı

Yine Çavuş Ali Metin’in Prof. Dr. Naci Bor’a anlattığına göre, Atatürk Kurtuluş
Savaşı yıllarında ve onu takip eden Cumhuriyet döneminin başlangıç yıllarında,
Cuma namazlarını mutlaka bir camiye giderek kılarmış. Günlük vakit namazlarından
kıldığı da olurmuş. Ancak Cumhuriyetin ilanından sonra, devrin başbakanı, Reis-i
Cumhur Atatürk’e Cuma namazına gittiği bir gün camide öldürüleceğine dair ihbar
aldıklarını söyledikten sonra, Atatürk, emniyet mülahazasıyla Cuma namazı için camiye
gitmez olmuştur.

Atatürk ve İstanbul Merkez Efendi Camii İmam Hatibi Nurullah Efendi

Cumhuriyetin ilanından önce İstanbul’da “şeyhülmeşayih” Alimlerin alimi unvanı
ile anılan ve Cumhuriyet döneminde İstanbul Merkez Efendi Camii imam hatibi
iken 100 yaşını mütecaviz olarak vefat eden Nurullah Efendi, özel doktoru olan Prof.
Dr. Naci Bor’a, aşağıdaki anekdotu bizzat kendisi anlatıyor:
Nurullah Efendi, Atatürk’ün sekreteri olan amcazadesinden, kendisini Atatürk’le
görüştürmesini ister. O da Nurullah Efendi’yi Ankara’ya davet eder. O günlerde Atatürk
bir vesile ile resepsiyon vermektedir. Sekreter, Nurullah Efendi’yi Atatürk’le resepsiyonda
karşılaştırarak görüştürmeyi planlar ve bu maksatla resepsiyona Nurullah
Efendi’yi de davet eder. Gerçekten, arzu edilen bu görüşme gerçekleşir ve
Atatürk, Nurullah Efendi ile bir köşede hayli sohbet eder. O günlerde türbe, tekke ve
zaviyeler kapatılmış bulunmaktadır. Söz bu hususa intikal edince Atatürk, Nurullah
Efendi’ye derki :
- Efendi Hazretleri, tekke, türbe ve zaviyeleri ben kapattım. Allah bana ömür verecek
mi bilmiyorum ama, şayet ömrüm olursa, günü gelince bunları yine ben açarım demiş.
Ama ne yazık ki ömrü buna yetmedi. Ruhu şad, mekânı cennet ve makamı âli olsun.

Selanik’teki Anıt ev ve Makbule Hanımın Pembe odası

Atatürk yalnız başkalarının saflıklarını değil, kendinin ve yakınlarının da çocuksu
yönlerini ele alır, anlatır ve herkesin umulmadık bazı davranışlarının olabileceğini
her fırsatta belirterek mevki ve mertebe ne olursa olsun kibirden uzak kalmayı tavsiye
ederdi. Nitekim bu cümleden olarak gençliğinde şairliğe özenip pek romantik şiirler
yazdığını, hatta bir aralık da ticarete heveslenip, annesinde bulunduğunu bildiği bir
parayı bu iş için istediğini,annesinin parayı kendisine verirken: “ Baban da bu yolda
epey para batırmıştı” diye uyarmaya çalıştığını, fakat parayı yine de alıp sonunda
batırdığını uzun uzun anlatır, hayatının bu gibi çocuksu yönleriyle kendi de eğlenirdi.
Bir gün, kardeşi Makbule Hanım’ın da bir saflığını ele alarak şu olayla anlatırmış
: Yunan hükümetinin, Ata’nın çocukluğunu geçirdiği Selanik’teki baba evini
kamulaştırıp anıt haline getirerek, anahtarını da kendisine sunmuş olduğunu ve
kendisinin de fevkalade duygulandığı bu jestten kız kardeşi Makbule Hanıma söz
ettiğinde Makbule Hanım : - Bilirsin ya ağabey, köşedeki pembe oda benim odamdı,
yine bana ayrılsın demiş.
Yunan hükümetinin bu güzel jesti karşısında kardeşinin gösterdiği bu çocuksu
Anlayış Ata’ının pek tuhafına gitmiş ve olayı her yeri geldiğinde sofradaki dostlarına
anlatmaktan kendisini bir türlü alamazmış.

Çanakkale’de Sportmen Bir Yeni Zelandalı ve Pratik Mehmetçik

Bilindiği üzere Çanakkale-Anafartalar’da düşmana dünyayı dar eden Mustafa
Kemal Mehmetçiğe, düşmanın son durumunu öğrenmek için “bir dil yakalayın” der
onlar da buna göre çare ararlarmış.
Bir gün bu amaçla getirilen “dilden” gerekli bilgiyi alan Mustafa Kemal adama
sormuş: - Peki, sen Yeni Zelandalısın madem, Türklerden ne kötülük gördün ki vuruşmak
için kalkmış ta oralardan buraya gelmişsin ? Yeni Zelandalının bu işi sırf spor
için yaptığını ve kendisinin sportmen olduğunu övüngen bir tavırla söylemesi üzerine
Mustafa Kemal : - İyi ama, sportmenliğin ne işe yaradı ? Baksana, bir erimizin önüne
düşmüş, kuzu kuzu buraya getirilmişsin ! deyince tutsak şu şekilde karşılık vermiş :
- Sizin eriniz spor kurallarını çok kaba bir şekilde çiğneyince ben ne yapabilirdim ?
Sportmen olmayan hasımlarla karşılaşacağımı bilseydim hiç gelmezdim !
Meğer Mehmetçik, Yeni Zelandalıyı en can alıcı bir yerinden yakalayarak sıkıp
bayıltmış, avını ayılıncaya kadar sırtında taşımış, sonra da elini çekmeden siperlerimize
kadar sürmüş.
Atatürk bu öyküyü anlatır ve Yeni Zelandalının sportmenlik anlayışına, Mehmetçiğin
de kullandığı pratik (!) usule güler dururdu.


Atatürk’ü Sevindiren Mutlu Bir Dalgınlık

Savaşın sıkışık zamanlarında orduda bozgun yaratabilecek davranışları komutanların
hemen o anda kendi elleriyle ölümle cezalandırmaları bir görenektir. Birinci
Cihan Savaşı esnasında gerekli gereksiz bu yola sapan bir komutanın dile düştüğü
Atatürk’ün sofrasında söz konusu edilince kendisi, bu çareye hiçbir zaman baş
vurmadığını, bu yola sapanların çoğunlukla beceriksiz ve duygusuz kişiler olduğunu
söyleyerek : - Bir kez, az kalsın birini öldürüyordum, fakat umulmadık bir unutkanlık
beni bu kara lekeden kurtarmış oldu. Diyerek söz konusu olayı şöyle anlatmış : - Kurtuluş
savaşının başında, herkesin kendini sorumsuz birer baş saydığı o günlerde bir
tanıdığımın, hiçbir hoşgörürlükle bağışlanmayacak ağır, ama çok ağır bir suç işlediğini
haber aldım. O denli üzüldüm ve öfkelendim ki ne olursa olsun, o herifin cezasını
kendi elimle vermek için önüne geçilmez bir hırsa kapıldım. Hemen arabama binerek
suçlunun kırdaki evine koştum. Yolda giderken de, pantolonumun arka cebinde duran
tabancamı, kolaylık olsun diye paltomun cebine aktardım.
- Arabamı uzaktan görüp tanıyan adam beni buyur etmek üzere evin kapısını
açarken ben de bahçe kapısından içeri giriyordum. Hemen o anda tabancamı çekmek
için elimi arka cebime attım, fakat cep boş ! Tabancanın yerini değiştirdiğimi hatırlayıncaya
kadar adam işi anladı ve hemen geri dönerek arka pencereden atlayarak
o semtin bağları arasında görünmez oldu. Onu adaletle karşı karşıya bırakmaktan
başka bir şey yapamamıştım. İşte elimi kana bulamak gibi bir kara lekeden beni bu
mutlu dalgınlık kurtarmıştı.
Diyerek sevincini dile getirmiş.

Kaynakça:
1) AĞAKAY, Mehmet Ali, Atatürk’ten 20 Anı, Atatürk Kültür, Dil ve tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu
Yayınları- sayı : 344; Ankara-1990.
2) GÜRTAŞ, Ahmet, Atatürk ve Din, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları, 214; Halk Kitapları serisi, 70; 6.
Baskı, Ankara-1999.


 

Yazarın Diğer Yazıları