ARAPÇA DUA BİR İNAT MI? YOKSA FANTEZİ Mİ?

TÜM YAZILARI SON GÜNCELLEME: 01 Mayıs 2024 14:06

Tarihi kayıtlara göre M.S. 900'lü yıllarda ve Karahanlılar Devleti döneminde Müslümanlığı kabul ederek, bugüne kadar getirdiğimiz anlaşılmaktadır. Yine birçok araştırma ve günümüzde dahi yapılan uygulama ile birçok örnekten anlaşılacağı üzere her nedense, başta Kur'an olmak üzere birçok dini hitap ve dualar, halkın anlayabileceği dilde değil de inadına Arapça okutulup anlatılmaktadır. Hadi, Kur'an'ın Arapça okunmasının bir orijinaliteye bağlanmasını anladık da (!) peki dualara ne oluyor da onlar dahi halka Arapça sunulmaktadır. Bize göre, beşeriyete gönderilen İlahi en son ve çok önemli bir mesaj olduğu anlaşılan ( “Bu Ku'rân pek mühim bir mesajdır” Sad Suresi,67.ayet) Kur'ân'ın dahi behemehal Türkçe mealinden okunup anlaşılması gerekirken, güya sevap kazanmak için, Cumhuriyetin kuruluş yıllarından itibaren verilen bir çok meallerine her an ulaşma imkanına sahip olmaya rağmen, bırakın Arapça bilen sade vatandaşı, Arap dili uzmanlarının bile Kur'ân'ı rahatça anlamalarının dahi bu konuda yapılacak ciddi inceleme ve araştırmaya bağlı olduğunu, bu konuda yazıp çizen kalemşorların sık ve ısrarlı yazmalarıyla ortada iken, sırf sevap kazanmak için Arapça okumada ısrar etmenin ne denli abesle işgal olduğunun bilmem izahına gerek var mı? Hâlbuki Kur'ân'ın anlaşılır bir dille ve üzerinde düşünerek ve öğüt alınmak üzere okunması bizzat Kur'ân'ın kendisinde yer alan İlahi emirdir : “Kur'ân'ı ağır ağır , düşüne düşüne oku “ (Müzemmil suresi 4.ayet); “ Yemin olsun ki, biz bu Kur'ân'ı öğüt ve ibret alınsın diye gerçekten kolaylaştırdık. Hal böyle iken okuyup öğüt alacak kimse yok mu?” (Kamer Suresi,17,22,32,40.ayetler); “ Bir bereketli kitaptır ki o, ayetlerini derinden derine düşünsünler, gönülleri ve akılları yerinde olanlar ibret alsınlar diye sana indirdik” (Sad Suresi, 29.ayet). Peki, lütfen söylerimsiniz, yukarıda verdiğimiz birkaç örnekten başka bu mealde daha bir çok hüküm ve emirler içeren Kur'ân'nın anlaşılmayan bir dildeki mesajları hakkında nasıl düşünecek ve nasıl öğüt veya ibret alacaksınız ! Eğer birileri çıkıp da ben düşüne düşüne okuyorum diyorsa bu bir bühtan olur. Eğer geçekten sırf laf olsun diye düşünerek anlamadığı bir metni okuyorsa bu düşünüş agobun kazının düşünüşünden farklı bir düşünce tarzı olmayacağı izahtan varestedir. Unutulmamalıdır ki, bu kutlu mesaj sırf senfonisinden yararlanmak için gönderilmemiştir. Ama ne yazık ki, manasını anlayamadığımızdan ötürü, kendimiz için olan bu muhteşem mesajı mezarlıklarda ölülere okumaktayız. Hâlbuki ölüler bu kutlu mesajla ilgili tüm işlerini tamamlayarak göçünü yükleyip terk-i diyar etmişlerdir. Şayet ölülerin o enkazın altından kalkma şansları olsa inanın kalkıp bizleri bir daha gelmemecesine oralardan kovarlar. Zira bu pek mühim mesaj dünyalık hayata yöneliktir. Bunun böyle olduğu, şayet anlaşılan dille okunulacak olursa bu mesajın hemen her yerinde görülür. Ama ne gezer. Meğer Arapçası daha sevapmış ! İşte bizlerin adeta inadına yapmadığımız bu işi, her gün ve hiçbir yetki ve hakkımız olmadan kendilerini cehennemlik ilan ettiğimiz diğer din salikleri yapabilmiş veKur'ân'daki mücezevi bazı söylemleri değerlendirerek icatlar yapmışlardır: Örneğin Bakara Suresinin 26. Ayetinde bahsi geçen sivri sinek misalinden yararlanan Amerikalılar pilotsuz uçağı icat etmiş ve ilk uygulamalı denemesini de Müslüman bir ülke olan Libya'da Kaddafi'ye göz dağı vermek suretiyle yapmışlardır. Ki bu ayeti bu güne kadar – bu gün de dahil- çoğunluktaki mealciler yanlış anlamlandırmışlar ve anlamlandırmaktalar. Çoğunluğu teşkil eden gruptaki mealciler bu ayeti şu anlamda ve yanlış olarak manalandırmışlardır. Şöyle ki : “Allah gerçeği açıklamak için bir sivri sineği, hatta ondan küçük olan (bazıları ise: Onun ötesinde veya ondan büyük olan lafzını kullanmışlardır) bir şeyi misal getirmekten çekinmez. İman edenler onun Rablerinden gelen gerçek olduğunu bilirler. Kâfirler ise “Allah böyle misal vermekle ne kastediyor derler”. Allah bu misal ile bir çoklarını şaşırtır, yine onunla bir çoklarını yola getirir; ancak bununla fasıklardan -Allah'a itaat çizgisinden ayrılanlardan- başkasını şaşırtmaz”. Diye anlam vermekte ısrarlı bulundukları anlaşılmaktadır. Hâlbuki ayetin Arapça metninde “fevkaha” lafzı geçmekte olup “fevk” kelimesi de “üst”, “üst taraf” anlamını taşıyan bir sözcüktür. Ama her nedense kelimenin asli anlamından uzaklaşılmak suretiyle meal verilmiştir. Şimdi düşünmek lazım değil midir ki, sivri sinekten büyük veya küçük her hangi bir yaratığın misal gösterilmesinde nasıl bir fevkaladelik söz konusu olabilir. Oysa bu ayette bir sır olabileceğini düşünen Hristiyan âlemine ait bilginler sivri sineği kocaman büyüteçlerin altında incelemeye alarak adeta bir deve kadar büyülttükten sonra gerçekten sivrisineğin üst kısmında –sırtında- radarımsı bir aygıtın bulunduğunu ve sivrisineğin bu aygıt sayesinde geceleyin rotasını çizip avının en nazik yerini bulup hortumladıktan sonra yerine döndüğünü saptamışlar. İşte bu mucizevi halden yararlanarak pilotsuz uçak icat etmişlerdir. Yukarıda da değinildiği gibi ilk olarak da bir Müslüman ülkeyi bu uçaklarla bombalamışlardır. İşte hal-ü pür melalimiz! Peki, siz elinizdeki ve her gün ve her gece öperek başucunuza veya duvarlara asmaya devam ettiğiniz ve dahi illa da anlamadığınız bir dille okumada ısrar ettiğiniz İlahi Kelam size ne yapsın. Ve sizi neylesin ! Hıristiyan teknoloji bilginlerinin Kur'ân'dan yararlanarak yaptıkları diğer önemli bir icat da, normal, yani pilotlu uçaklardır. Bu icat, A'râf suresinin 57. ayetinde ifadesini bulan rüzgarın ağır bulutları hareket ettirmesinden yararlanılarak yapılabilmiştir. Bu ayetin meali şöyledir : “ O'dur ki, rahmeti olan –yağmurun- önünden müjdeci olarak rüzgarlar gönderir. Nihayet bu rüzgârlar o ağır bulutları hafif bir şeymiş gibi kaldırıp yüklendiklerinde, bakarsınız biz onları, ekinleri ölmüş bir ülkeye sevk eder, derken oraya su indiririz de orada her türlüsünden meyveler, ürünler çıkarırız. İşte ölüleri de böyle çıkaracağız. Gerekir ki düşünür ve ibret alırsınız”. İşte bu ayette var olan İlahi sırrın; hareketin, hafiflik ve ağırlık hükmünü tersine çevirdiği üzerinde kafa yoran Hristiyan alimleri bu sırdan yararlanarak, tonlarca ağırlığı taşıyıp okyanuslar ötesine götürebilen uçaklar icat etmişlerdir. Bu ayetteki : “Ağır bulut kütlelerini yüklenip kaldıran hava” ifadesi; yine Kur'ân'nın bir öğüdü olarak, aklını kullanmasını bilen insanoğluna hava araçlarını icat etme şansı tanımıştır. Ama ne yazık ki, bu insanoğlunun içerisinde bu İlahi Kelamın salikleri olan bizler yokuz. Bunun sebebi ise, ısrarla bu Kelamı anlayamadığımız bir dilde ve sayısal okumalar-hatim- şeklinde güya onu değerlendiriyor olmamızdır. Yukarıda anlattıklarımız, Yüce Yaratıcının kendisini temsil edecek birini yeryüzüne halife olarak yaratacağı ayetinin mucizevi sonucunu da göstermektedir. Gerçekten insanoğlu harikulade işler başarmış ve bu sayede insanlık fevkalade konfora kavuşturulmuştur. Bu hususu teyit eden ayet Bakara Suresinin 30.ayetidir. Bu ayet meali şöyledir : “Rabbin meleklere : ‘Ben yer yüzüne bir halife atayacağım dediği vakit onlar : ‘ A! Oradaki nizamı bozacak ve yer yüzünü kana bulayacak bir mahluk mu yaratacaksın ? Oysa biz sana devamlı hamd, ibadet yapıp, Sen'i tenzih etmekteyiz' dediler. Allah : ‘ Ben, sizin bilmediğiniz pek çok şey bilirim' buyurdu.” İşte kanaatimizce meleklerin bilmekte acze düştüğü durum galiba bu olmalıdır. Yani insan- oğlunun, adeta Yüce Yaradanının yapmak istediğini, O'nun adına ve O'nun verdiği akıl gücü ile yapmıştır, yapmaktadır. Yapmaya da devam edecektir. Tanrı'nın bunu yapabilmiş ve yapmaya devam eden kullarına, binlerce selam olsun. Ne mutlu onlara ki, İlahi sırra mazhar olmuş ve İlahi muradın gerçekleşmesine vasıta olmuşlardır. Yarın, adına “kıyamet” denen duruşmada onlar yaptıklarını Rablerine arz-ı malumat ederken, acaba biz ne mazeret göstereceğiz. Zira o Ulu İlah onları donattığının aynısı ile bizleri de donatmış değil midir ? Bu noktaya kadar arz ettiklerimiz bir bakıma ilahi murada uygun teknolojik icatlarla alakalıydı. Tabii bu konuya münhasır ayetler sadece bunlar değil. Böyle bir yazı için fevkalade detay olacağı için diğerlerinin anlatımından sarfınazar edilmiştir. İlahi Mesaj'ın beşeriyeti müjdeleyen bazı tespitlerine yer verdikten sonra dua konusuna da kısaca temas edip, sözü bağlamak niyetindeyiz. Bu tespitleri, önce orijinal diliyle verdikten sonra Türkçe meali verilmek suretiyle bir bakıma, anlamsız bu inatla ilgili, iddiamızı pekiştirme cihetine gideceğiz. Bu hususta birkaç ayetle yetinmeyi düşünüyoruz.

Bunları, rast gele tarama yaparak karşımıza çıkan ibretlik ayetler cümlesinden olmak üzere şöylece seçtik : “Kul ya ibadi : Ellezine esrefü alâ enfüsihim lâ taknetü minrahmetillahi, innellahe yağfirüzzünübe cemiâ. İnnehu huvel ğafururrahim.” (Zümer Suresi.53.ayet). Şimdi bakınız Yüce yaratıcı ne demektedir : “Ey kulum (Muhammed) deki : ‘ Ey çok günah işleyerek kendi öz canlarına kötülük etmede ileri giden kullarım ! Allah'ın bağışından ümidinizi kesmeyiniz. (Biliniz ki) Allah bütün günahları affeder.Çünkü O, çok affedicidir, rahmet ve ihsanı fazladır”. İşte bakınız, bu rahmet ve bağışlama dolu ayeti, yukarıdaki orijinal lafzı ile okuyanların, gönül hoşnut edici bu İlahi merhametten haberdar olacağını sanmak abesle iştigal olmaz mı ? Aynı yöntemle örneklediğimiz diğer bir ayet de şu oldu : “ Velâ tekrabu mâlalyetimi illâ billetihi yeehsenu hattâ yebluğa aşuddehu ve evful keyle velmizâna bilkısti; lâ nukellifu nefsen illa vus'ahâ ve izâ kultum fa'dilu velevkâne zâkurbâ ve biahdillahi avfu zâlikum vessâkum bihi laallekum tezekkerun.” ( En'âm Suresi, 152. ayet). Yüce Yaradanımızın buradaki bize hitabının meali şöyledir : ” Erginlik çağına erişinceye kadar, doğru ve en iyi şeklin dışında yetimin malına yaklaşmayın. Ölçüyü ve tartıyı adaletle yerine getirin. Bir kimseye ancak gücünün yeteceği kadar yükümlülük veririz. Akrabanız da olsa, hakkında konuştuğunuz zaman sözünüzde adil olun. Allah'ın ahdini yerine getirin. Allah, bunları size öğüt alıp düşünensiniz diye anlatmaktadır.” İşte bu gün Türkiye'mizde üç büyük sosyal yara olan üç temel aksiyona temas etmekte olan bu ayeti hep Arapça okuduğumuz içindir ki, tanıklık yaparken yalan yanlış konuşmakla birlikte tartıp ölçerken hep kendi lehimize olanı yapmaktayız. Diğer taraftan yetim malı mesabesinde olan Devlet malını hortumlayarak çalıp çırpmak konusunda üzerimize kimsenin olmadığı “sağır sultanın” dahi malumu değil midir? Hadi buyurun cenaze namazına ! Devletimizin banisi Ulu Önder Gazi M. Kemal Atatürk'ün Kur'ân'ı Türkçeleştirirken, İlahi murada ne kadar hizmet ettiğini bilmem anlatmaya gerek var mı ? Ama ne yazık ki, güzelim Türkiye'mizde, sırf Atatürk böyle bir hizmeti yaptığı için ve anlaşılması çok zor olan kin ve hasetleri sebebiyle inadına Arapça okumada ısrar edenlerin haddi hesabı yoktur. Bunlar bir kişi de olsa fevkalade düşündürücüdür. Çünkü Yüce Yaratıcı aklımızı kullanmamızı emretmektedir. Bu durumda iki türlü abes var demektir. Ne diyelim ! Allah akıl izan versin. Gelelim dua konusuna: Başta yemek duası olmak üzere binde biri hariç olmak üzere genel olarak duanın önce arapçası takdim edildikten sonra, lütfen kabilinden olmak üzere ve dahi çok lirik türünden bir de Türkçe dua verilmektedir. Şimdi burada hayretimizi mucip olmuş ve olmakta olan enteresan durum şu : Sanki Arapça okuyuşta bir hikmet varmış gibi özellik ve öncelikli olarak ilk önce Arapça dua edilmektedir. Kaldı ki, o dildeki duaya muhatap cemaat arasında sayısı bir elin parmaklarını geçmeyen sayıda insanımızdan daha fazlasının bulunabileceğini sanmıyoruz. Galiba bu uygulama, sunucunun –duayen- kalitesinin bir göstergesi kabul edilmektedir. Yoksa,Arapçacı ve Farsçacıların kendi dillerinin çok çirkin bir propagandası olarak ileri sürdükleri : “ Cennete Arapça ve Farsça konuşulacaktır” hezeyanına itibar mı edilmektedir? Gerçi bu hezeyana itibar edebilmiş bir Osmanlı Şeyhülİslamının adına sıkça bazı kaynaklarda rastlanmakta ise de, bu işi gidip görüp gelen birileri daha çıkmadığına göre bu hezeyan değil de nedir? Şayet,” biz peygamberimize hürmeten onun diliyle dua ediyoruz” diyorlarsa ciddi şekilde yanılıyorlardır. Zira o Ulu insanın böyle saçmalıklara itibar edebileceğini düşünmek tamamen abesle iştigal olur. Zira biz O'nu, yapılan inceleme ve araştırmalar ışığında tanıdığımıza göre o seçilmiş insanın tamamen bir akıl insanı olduğunu öğrenmiş bulunuyoruz. Unutulmamalıdır ki, adı mucizevi bir anlamda olan Muhammet Mustafa (Övülmüş ve Seçilmiş)'nın bu sakil düşünceye razı olacağı vehmine kapılarak insanımızın anlaşılan dildeki duaların amin dolu nimetlerinden mahrum kalmasına vesile olmaya, aklıselim hiçbir insanımız razı değildir ve olmaz da. Bu, bir iddia değil bir tespittir. Bırakalım diğer duaları da, özellikle Hz. Peygamber ve O'nun dava arkadaşlarından her bahsedişte tekrar edilen : “radıyallahü anha” duasının anlamını cami ile barışık bir çok insana sordum, “ne bilelim hoca öyle diyor biz de “amin” diyen her kes gibi “amin” diyoruz dediklerini merak saikiyle tespit etmiş olduk. Oysa bu duanın anlamı : “Allah ondan veya onlardan razı olsun” demektir. E peki mübarek adamlar, böyle deseniz de herkes anlasa kıyamet mi kopar. Hani geçtiğimiz yıllarda (1970'li yıllar) rahmetlik Bülent Ecevit, Süleyman Demirel'in o tarihlerdeki adı Adalet Partisi olan partisinden ikna suretiyle ayrılarak, kendisinin kuracağı azınlık hükümetine destek verecek 11 kişinin arasında Elazığ milletvekili keza rahmetlik, Palu ilçesinin şeyh ve eşrafından olan Ali Rıza Septioğlu da vardı. Bilindiği üzere o yıllarda, “imkan” anlamında kullanılan ve Türk Dil Kurumu tarafından yeni türetilen “olanak” sözcüğü daha çok yeni olması ve halkın da pek kullanmamasına rağmen merhum Ecevit sıklık ve özellikle kullanmaktaydı. Tabii olarak Kabine toplantısında sıkça kullanmış olmalı ki, merhum Septioğlu'nun : “Sayın Başbakanım! “ülenek mülenek” diyorsun bendeniz pek anlayamıyorum. Şuna “imkan” veya “mümkünat” deseniz de bendeniz de anlasam olmaz mı ?” Dediğini o günlerde basından öğrenmiştik. İşte bizim dua – insan ikilemimizde de böyle bir durum söz konusu. Bu konuda daha enteresan bir örnek vererek sözü bitirmek istiyorum. Örnek olarak seçtiğimiz aşağıdaki bilgiyi Prof. Dr. Süleyman Ateş'ten naklen Prof. Dr. Yaşa Nuri Öztürk'ün Kur'ân'daki İslam adlı eserinin 299-300 sayfalarından alıntılayarak sunacağız : Sayın Ateş diyor ki : “Lise talebeliğim sırasında hocamız merhum Ömer Naimi Efendi'den dinlediğimiz olay şudur : Cumhuriyetten önce, Harput (Elazığ)'un Çarsancak adlı kasabasında, Beylerden biri (galiba Mehmet Bey), Harput'un şair ve nüktedan alimlerinden Nusret Efendi'ye gelir, kendisine, hiç kimsenin bilmediği ve etkili bir dua öğretmesini ister. Nusret Efendi de ona şu duayı öğretir: “Allahümmec'alni dubbenkebiren fi cebelil azim”. Hiç kimsenin bilmediği bu duayı (!) öğrenmekle sevinen Mehmet Bey, dört yıl bu duayı okur. Bir gün, evine bizim Naimi Bey'in babası, Harput'un ünlü alimlerinden Kemal Efendi gelir. Namaz kılarlar. Mehmet Bey, Müftü Kemal Efendi'ye, kimsenin bilmediği dualar bildiğini işittirmek için namazın ardından ellerini kaldırıp işitilecek bir sesle : “ Allahümmec'alnidubbenkebiren fi cebelil azim” der. Duayı duyan Kemal Efendi, Mehmet Bey'e o duayı bir daha okumamasını söyler. Mehmet Bey sebebini sorar. Kemal Efendi duanın anlamını açıklar : ‘Canım sen, Allah'ım beni büyük bir dağda kocaman bir ayı yap !diyorsun' der. Nusret Efndiye karşı gazapla dolan Mehmet Bey, duasının kabul edilmediğine şükreder ve silahını kaptığı gibi, Harput'a gelir. Amacı, Nusret Efendiyi öldürmektir. Fakat Nusret Efendi durumu öğrenince derhal, herkesin saygı duyduğu Beyzade Efendi'ye sığınır. Beyzade, kendisini tehlikeli durumdan kurtarır. Mehmet Bey'e : “- Canım sen ondan ne diye dua soruyorsun? O bilmez, buna benzer bir dua var ama, o bilmeyerek sana yanlış öğretmiş deyip Mehmet Bey'i yatıştırır.” İşte buyurun, size Arapça bir dua. Çok şükür ki Yüce Yaratıcı adamcağıza acımış da dileğini kabul etmemiş. Ya dileği kabul görseydi ne olacaktı. Olacağı şuydu. Adamcağız Harput dağlarında kocaman bir ayı olarak gezip duracaktı. Uzun lafın kısası şu ki Yüce Tanrı'nın Kelam-ı Kadim'inde buyurduğu üzere: “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu ?” (Zümer Suresi 9.Ayet). Bilmenin yolu ise anlamaktan geçmiyor mu? Öyle ise Arapça'da ısrar etmek, fantezi değil de nedir ? Kaynakça: 1) Suat YILDIRIM, Kur'ân'ı Kerîm'in Açıklamalı Meal, İst.2004,ışık Yay. 2) Y.Nuri ÖZTÜRK, Kur'ân'dakiİslam,Yeni Boyut, 34.bas.İst.1998.

SON 5 YAZISI

ATATÜRK VE 1932 RAMAZANI

02 Eylül 2024 16:15

OKU

ATATÜRK’ÜN BALIKESİR HUTBESİ

04 Ağustos 2024 14:42

OKU

ARAPÇA DUA BİR İNAT MI? YOKSA FANTEZİ Mİ?

01 Mayıs 2024 14:06

OKU

Atatürkçülük Adına Giyim Kuşamda Aşırılığı Tercih Edenlere İthaftır

18 Nisan 2024 12:23

OKU

Teravih Namazı Ve Jet İmamlar Macerası

21 Mart 2024 00:36

OKU